Zex İmparatorluğu… Alchio için bu isim, soğuk ve görkemli bir hapishaneden farksızdı. İmparatorluk Sarayı'nın altın yaldızlı, sonsuz gibi uzanan koridorları, buz gibi parlak mermer zeminleri ve her köşeye sinmiş o ağır, baskıcı atmosfer… Çocukluğu bu duvarlar arasında geçmişti. Babası, İmparator Zalon Zex, sadece imparatorluğun değil, aynı zamanda acımasızlığın ve hırsın da somutlaşmış haliydi. Güçlü, mağrur ve duygusuzdu. Bakışları hep daha fazlasını arardı: daha fazla toprak, daha fazla altın, kontrol edilecek daha fazla ruh. Onun için insanlar, hedeflerine ulaşmak adına kullanılıp atılacak piyonlardan ibaretti. Şefkat, merhamet, sevgi gibi kelimeler onun dilinde küfür gibi tınlardı.
Annesi Kraliçe Elara ise, bu karanlık ve soğuk saraydaki tek ışık kaynağıydı. Nazik gülümsemesi, yumuşak sesi ve koşulsuz sevgisiyle adeta bir tezat oluşturuyordu. Güneş ışığının bile girmekte zorlandığı taş duvarlar arasında, annesinin varlığı Alchio için bir sığınaktı. Oğluyla gizlice ilgilenir, ona babasının ve acımasız kardeşlerinin duymayacağı hikayeler anlatır, içindeki iyiliği ve umudu yeşertmeye çalışırdı. "Unutma Alchio," derdi sık sık fısıltıyla, "En karanlık gecede bile bir yıldız parlar. Sen o yıldız olabilirsin."
Alchio'nun tam on dört kardeşi vardı; dört abi ve on kız kardeş. Bu kalabalık içinde yalnız hissetmemek imkânsızdı. Üç kız kardeşi ve en büyük abisi hariç – ki onlar da saray entrikaları içinde kendi yollarını bulmaya çalışıyorlardı – diğerleri babalarının küçük kopyalarıydı. Hırslı, kibirli ve acımasızdılar. Alchio'yu sürekli aşağılarlar, onun annesine benzeyen nazik doğasıyla alay ederlerdi. Babasının sık sık sarayda yankılanan sesi, onların dilinde de tekrar ederdi: "Çelimsiz!" "İşe yaramaz!" "Annesinin eteğine yapışmış korkak!" Bu sözler, küçük bir çocuğun kalbine saplanan buzdan hançerler gibiydi. Alchio, ne kadar çabalasa da babasının ve kardeşlerinin gözünde bir hiçti. Tek isteği, annesinin yanında, bu soğuk saraydan uzakta, huzurlu bir hayat sürmekti.
Ama kaderin Zex İmparatorluğu için başka planları vardı. Yılların birikmiş öfkesi, adaletsizlik ve baskı, sonunda bir isyan ateşini körükledi. Devrim… Başlangıçta saray duvarları bu kaosu dışarıda tutacak gibi görünse de, alevler hızla yayıldı. Şehrin sokaklarından yükselen çığlıklar, kılıç sesleri ve patlamalar sarayın koridorlarında yankılanmaya başladı. Güvenli sandıkları dünya, ayaklarının altından kayıp gidiyordu.
Alchio, o dehşet gününü asla unutamazdı. Annesiyle birlikte sarayın daha güvenli olduğu söylenen iç odalarına sığınmaya çalışırlarken, babası koridorun sonunda belirmişti. Yüzünde her zamanki soğuk ve hesapçı ifade vardı. Annesi, belki de son bir umutla, ona yalvarmaya çalıştı, isyanı durdurmasını, halkla konuşmasını istedi. Ama İmparator Zalon'un gözlerinde sadece buz gibi bir öfke vardı. Annesini, halkın önünde zayıflık gösterdiği, imparatorluğun gücünü sarstığı için suçladı.
Ve sonra… Babası kılıcını çekti. Annesi Elara'nın yalvaran bakışlarına, Alchio'nun dehşet dolu çığlıklarına aldırmadan, tek ve soğukkanlı bir hamleyle kılıcını Kraliçe'nin kalbine sapladı. Alchio'nun gözleri önünde… Annesinin cansız bedeni mermer zemine yığılırken, Alchio'nun dünyası da onunla birlikte yıkıldı. O an, içindeki masumiyete dair son kırıntı da yok olmuştu.
Devrimin ateşi sarayı yutarken, Alchio'nun babasına karşı savaşmak için isyana katılan o birkaç farklı kardeşi de acı bir sonla yüzleşti. Yakalandılar ve halka ibret olsun diye şehrin ana meydanında, yan yana asıldılar. Zex soyunun "hainleri" olarak damgalanmışlardı. Geriye kalanlar ise ya kaçmış ya da babalarının yanında yer almıştı. Alchio'nun korku içinde saklanan iki küçük kız kardeşinden başka sığınacak kimsesi kalmamıştı. Onları bulmak, yanlarında olmak istedi ama annesine ölümüne sadık kalan, yaşlı hizmetkârları buna izin vermedi.
"Prens Alchio," dedi yaşlı Baş Hizmetkâr, gözlerinde hem keder hem de kararlılıkla. "Kraliçemizin son emriydi. Sizin yaşamanız gerekiyor. Siz, Zex'in küllerinden doğabilecek tek umutsunuz." Alchio ağlıyor, direniyordu. Kardeşlerini bırakmak istemiyordu. Ama hizmetkârlar onu zorla alıp, sarayın artık yıkılmaya yüz tutmuş duvarları arasındaki gizli geçitlere sürüklediler. Annesinin yıllar önce, belki de böyle bir günü öngörerek hazırlattığı bir kaçış planıydı bu.
Sonunda, sarayın derinliklerinde, parlayan rünlerle işli eski bir odaya ulaştılar. Baş Hizmetkâr, titreyen elleriyle son ayarlamaları yaparken Alchio'ya döndü. "Annenizin çok güvendiği dostları sizi bekliyor olacak. Farklı bir evrende, barış içinde yaşayacaksınız. Lütfen güçlü kalın ve annenizi asla unutmayın." Gözleri yaşlı hizmetkâr, küçük prensi son kez kucakladı ve onu parlayan portalın içine itti. Göz kamaştırıcı bir ışık, kulakları sağır eden bir uğultu… Ve Alchio, doğduğu, sevdiği, nefret ettiği, her şeyini kaybettiği dünyadan koparılıp bilinmeyen bir evrene savruldu.
Kendine geldiğinde, yemyeşil çayırların uzandığı, nazik rüzgârların estiği, barışçıl bir diyardaydı. Annesinin bahsettiği o dostları – yaşlı, bilge bir çift – onu buldu ve kanatları altına aldı. Ona yeni bir yuva, sevgi ve şefkat sundular. Ama Alchio'nun kalbindeki yara hiç kapanmadı. Geceleri kabuslarla uyanıyor, annesinin ölüm anı, kardeşlerinin asılmış bedenleri gözünün önünden gitmiyordu. İmparatorluğun çöküşünden, geride kalanların akıbetinden habersizdi. Bu belirsizlik, içini kemiren bir kurttu.
Yeni ailesi, onun içindeki potansiyeli fark etmekte gecikmedi. Özellikle duygusal olarak zorlandığı anlarda, etrafındaki nemin donduğunu, parmak uçlarından buz kristallerinin oluştuğunu gördüler. Annesinden miras kalan bu güç, Ether'ini kontrol etme yeteneği, onun için hem bir lanet hem de bir lütuftu. Yaşlı çift, ona bu gücü kontrol etmeyi, onu iyilik için kullanmayı öğretti. Yıllar yılları kovaladı. Alchio büyüdü, güçlendi, buz üzerindeki ustalığı arttı. Ama ne kadar güçlenirse güçlensin, babasının ve kardeşlerinin sesi kulaklarında çınlamaya devam etti: "Zayıf… Çelimsiz…"
Kendini kanıtlamak istiyordu. Sadece yeni ailesine değil, anılarına, kabuslarına, en çok da kendine… Güçlü olduğunu, değerli olduğunu göstermek istiyordu. Belki de bu yüzden, Çoklu Evrenler Gardiyanlığı sınavını duyduğunda içinde bir kıvılcım çakmıştı. Tehlikeliydi, evet. Ama aynı zamanda bir fırsattı. Gücünü gösterebileceği, belki de geçmişinin gölgelerinden bir nebze olsun kurtulabileceği bir arena… Ve böylece, kalbinde bir umut kırıntısı ve geçmişin ağır yüküyle Gardiyan sınavına katıldı.
***
Günümüz…
"Huff… huff… huff…" Kesik nefesler Alchio'nun göğsünden zorlukla çıkıyordu. Kolundaki derin kesikten akan kan, buzdan meçinin kabzasını kızıla boyamıştı. Etrafı, kendi elleriyle devirdiği canavarların – Taş Yiyenlerin, Cevher Tazılarının – cansız bedenleriyle doluydu. Ama bitmiyorlardı. Biri düştüğünde, sanki topraktan bitercesine yenisi beliriyordu. Tükenmişti. Ether'i damarlarında bir fısıltı kadar zayıf akıyordu. Meçini tutan parmakları hissizleşmiş, bacakları onu taşıyamayacak kadar titremişti.
Son bir gayretle, kalan son Ether kırıntılarını kullanarak arkasına kalın, pürüzlü bir buz duvarı çekti. Duvar, şeffaf olmayan, kirli beyaz bir renkteydi; Alchio'nun tükenmişliğinin ve umutsuzluğunun bir yansıması gibiydi. Sırtını titreyerek soğuk buza yasladı ve yavaşça yere çöktü. Başını geriye atıp mağaranın loş, kristallerle aydınlanan tavanına baktı.
Canavarların öfkeli hırıltıları ve duvara indirdikleri darbelerin gümbürtüsü kulaklarında uğulduyordu. Her darbede buz duvarı inliyor, derin çatlaklar yüzeyinde örümcek ağı gibi yayılıyordu. İçerideki soğuk hava, Alchio'nun iliklerine işliyordu ama asıl üşüten dışarısı değil, içindeki umutsuzluktu.
"Sonu bu mu yani?" diye düşündü. Zihni bulanıktı. Geçmişten gelen sesler yine zihnini istila etmeye başlamıştı. Babasının küçümseyen bakışları, kardeşlerinin alaycı kahkahaları… "Zayıf… Hep zayıftın Alchio… Annen gibi duygusal bir aptal…""Bu çelimsizle mi imparatorluğu savunacağız? Güldürmeyin beni!" Bu anılar, canavarların darbelerinden daha çok acıtıyordu.
Gözlerini kapadı. Annesinin nazik yüzü bir anlığına zihninde belirdi. "Sen o yıldız olabilirsin Alchio…" Ama bu görüntü de hızla soldu, yerini babasının annesini katlettiği o korkunç ana bıraktı. Bir titreme nöbeti daha bedenini sardı. Meçini sıkıca kavramaya çalıştı ama parmakları itaat etmiyordu.
Buz duvarındaki çatlaklar artık devasa yarıklara dönüşmüştü. Dışarıdaki karanlık ve tehditkar yaratıkların parlayan gözleri bu yarıklardan seçilebiliyordu. Hırıltıları, zafer çığlıklarına dönüşmek üzereydi. Alchio, derin bir nefes aldı. Belki de babası ve kardeşleri haklıydı. Belki de gerçekten zayıftı. Belki de sonu, bu karanlık mağarada, isimsiz canavarlar tarafından parçalanmak olacaktı.
KRAAASSHHH!
Kulakları sağır eden bir gürültüyle buz duvarı patladı. Buz parçaları etrafa saçılırken, canavarlar aç bir sel gibi içeriye hücum etti. Pençeler, dişler, parlayan gözler… Alchio, içgüdüsel olarak kollarını yüzüne siper etti, son darbeyi bekledi. Kalbi göğsünde umutsuzca çırpınıyordu. "Anne… üzgünüm…"
Ama beklediği ölümcül acı yerine, ani bir rüzgârın uğultusu duyuldu. Ardından tiz bir ok vızıltısı havayı yardı ve ezilen, parçalanan kaya sesleri mağarada yankılandı. Şaşkınlıkla gözlerini araladı.
Gördüğü manzara inanılmazdı.
Kızıl-siyah üniforması içindeki Berwick, bir kasırga gibi canavarların arasına dalmıştı. Yumrukları havayı yarıyor, çarptığı Taş Yiyenlerin zırhlarını un ufak ediyordu. Çelik kılıcı her savruluşunda karanlıkta gümüşi bir iz bırakıyor, önüne çıkan Cevher Tazılarını biçiyordu. Sanki öfkenin ve gücün vücut bulmuş haliydi.
Berwick yalnız değildi. Pembe saçlı, mor gözlü kız Akemi sürekli hareket halinde, yayından fırlattığı oklarla Berwick'in etrafını temizliyordu. Her oku hedefini tam on ikiden vuruyor, canavarları yere mıhlıyor veya Berwick'e saldırmalarını engelliyordu. Diğer yanda ise tıfıl, gözlüklü çocuk – Hyogaki – şaşırtıcı bir çeviklikle canavarların arasında dans ediyor, elindeki küçük hançerlerle dikkatlerini dağıtıyor, bağırarak zayıf noktalarını işaret ediyordu. Tam bir takım çalışmasıydı; ölümcül, hızlı ve etkili.
Alchio'nun etrafını saran canavar sürüsü, bu ani ve beklenmedik müdahale karşısında neye uğradığını şaşırmıştı. Birkaç saniye… belki bir dakika içinde, Alchio'nun etrafındaki tehdit tamamen ortadan kaldırılmıştı. Mağaranın o bölümü tekrar sessizliğe bürünmüştü, sadece yeni gelenlerin soluk alışverişleri ve yerdeki canavar leşlerinden yükselen hafif buhar duyuluyordu.
Berwick, son canavarın da cansız bedenine küçümseyen bir bakış atıp kılıcını temizledi ve yavaşça, hala şok içinde olan Alchio'ya döndü. Yüzünde okunamayan bir ifade vardı; ne öfke, ne acıma, sadece sakin bir gözlem. Akemi yayını indirmiş, merakla Alchio'yu süzüyordu. Hyogaki ise gözlüklerini düzeltmiş, durumu analiz eder gibiydi.
Alchio, birkaç saniyelik sessizliğin ardından kendine geldi. Ama hissettiği minnettarlık değildi. İçinde, yıllardır bastırdığı o tanıdık duygu kabarmıştı: aşağılanmıştık ve öfke. Kurtarılmıştı, evet. Ama kim tarafından? Onu daha birkaç saat önce reddeden, tek başına daha iyi olacağını ima eden kişi tarafından. Babasının, kardeşlerinin ona hissettirdiği o değersizlik hissi, şimdi Berwick'in varlığıyla yeniden alevlenmişti.
Titreyen bacaklarına rağmen ayağa fırladı. Yüzü öfkeden kıpkırmızı kesilmişti. Parmakları istemsizce yumruk şeklini almıştı.
"Ne işin var burada?!" diye bağırdı sesi titreyerek. "Defol git buradan! Sana ihtiyacım yok benim!" Sözcükler ağzından kontrolsüzce dökülüyordu. "Hani tek başına hallederdin?! Ne oldu, fikrin mi değişti?! Yoksa benim gibi bir zavallıya acıdığın için mi geldin? Söyle!"
Yılların birikimi, tüm o aşağılanmalar, tüm o "zayıfsın" damgaları, şimdi Berwick'e yönelmiş bir öfke seline dönüşmüştü. Gözleri yanıyordu.
Berwick, Alchio'nun bu patlaması karşısında milim kıpırdamadı. Sakinliğini koruyordu. Bu sakinlik, Alchio'yu daha da çileden çıkarıyordu.
"Acımak mı?" dedi Berwick, ses tonu düzdü ama gözlerinde Alchio'nun fark ettiği garip bir parıltı vardı. "Neden sana acıyayım ki?"
Alchio kahkaha attı, ama bu histerik, acı dolu bir kahkahaydı. "Neden mi?! Çünkü zayıfım! Babam hep öyle derdi! Kardeşlerim de! Çelimsizim ben! Güçsüzüm! Bir işinize bile yaramam! Sen de öyle düşünüyordun, değil mi?! O yüzden takım teklifimi reddettin! Neden kurtardın o zaman benim gibi birini?! Cevap ver!" Sesi sonlara doğru çatallanmış, gözlerinden yaşlar boşanmak üzereydi. Bu kadar insanın önünde bu kadar savunmasız kalmak, onu utandırıyordu ama engel olamıyordu.
Berwick bir an sessiz kaldı. Mağaradaki tek ses, uzaklardan gelen canavar hırıltıları ve tavandan damlayan suyun sesiydi. Sonra konuştu. Sesi hala sakindi ama bu sefer içinde belirgin bir samimiyet ve belki de saygı vardı.
"Zayıf mı?" diye sordu Berwick tekrar, sanki kelimenin anlamını sorgular gibiydi. Sonra etrafına, Alchio'nun savaştığı alana dikkatle baktı. Yerdeki sayısız canavar leşine, hala hafifçe buharlaşan buz duvarı kalıntılarına… Bakışları tekrar Alchio'yu buldu. Hafifçe, neredeyse fark edilmeyecek bir şekilde gülümsedi. Bu, alaycı bir gülümseme değildi; daha çok bir takdir ifadesiydi.
"Heh. Zayıf ha?" dedi. "Alchio, etrafına bir bak." Eliyle yerdeki leşleri işaret etti. "Burada yüzden fazla yaratık var. Ve anladığım kadarıyla sen buraya geldiğimizden beri tek başınaydın. Hepsini sen indirmişsin."
Sonra bakışları buz duvarının kalıntılarına kaydı. "Ve şu duvar… Zekiceydi. Sana zaman kazandırdı. Ether'inin son damlasına kadar savaşmışsın. Vücudundaki rünü nasıl kontrol ettiğini, buzdan meçini nasıl kullandığını uzaktan gördüm. O kadar bitkin olmana rağmen pes etmedin."
Berwick bir adım daha yaklaştı. Şimdi tam Alchio'nun karşısındaydı. Gözlerinin içine doğrudan bakıyordu.
"Sen zayıf değilsin, Alchio. Sen hayatta kalansın. Savaşçısın. Burada yaptıkların… inanılmazdı." Duraksadı bir an. "Kendinle gurur duymalısın. Eğer ailende bizi izliyorsa eminim seninle gurur duyuyorlardır."
Bu sözler… Alchio'nun gardını tamamen indirdi. Berwick gibi güçlü bir aileden gelen birinin ağzından kendi mücadelesinin takdir edildiğini duymak… Yıllardır içinde biriken o buzdan duvar, Berwick'in samimi sözleriyle çatlamaya başlamıştı. Babasının, kardeşlerinin acımasız yankıları bir anlığına sustu.
Berwick, Alchio'nun sarsıldığını görmüştü. Sağ elini yavaşça ona doğru uzattı. Avucu açıktı, davetkârdı.
"Haydi kalk," dedi yumuşak ama kararlı bir sesle. "Gişede söylediğim sözü geri alıyorum. Belki tek başıma olmayı tercih ederim ama… yanımda senin gibi güçlü birinin savaşacak olması… benim için bir onur olur."
Alchio, uzatılan ele baktı. Berwick'in eline… Sonra Berwick'in gözlerine baktı. Orada acıma yoktu. Küçümseme yoktu. Sadece… saygı ve anlayış vardı. Yıllardır hasretini çektiği bir bakıştı bu. Gözlerini hızla dolduran yaşların görüşünü bulandırmasına izin vermeden, titreyen elini kaldırdı ve Berwick'in elini sımsıkı tuttu. Berwick'in eli güçlü ve sıcaktı. Bu basit temas, Alchio'nun ruhuna işleyen soğukluğu bir nebze olsun dağıtmış gibiydi.
Berwick, Alchio'nun ayağa kalkmasına yardım etti. Alchio hala biraz sarsak dursa da, duruşu artık daha dikti. Gözlerindeki umutsuzluk yerini, yeni filizlenen bir kararlılığa bırakmıştı.
Tam o anda, mağaranın derinliklerinden gelen gümbürtü şiddetlendi. Yer ayaklarının altında titriyordu. Tavandan daha büyük kaya parçaları düşmeye başladı. Akemi ve Hyogaki de hemen savunma pozisyonu almıştı.
Berwick ve Alchio, ellerini bırakmadan, sesin geldiği yöne döndüler. Mağaranın ilerisindeki geniş açıklıktan, gölgelerin arasından devasa bir siluet yükselmeye başladı. İki katlı bir bina büyüklüğünde bir at. Bedeni pürüzlü, koyu renkli kayalardan oluşmuştu ve üzerinde parlayan, uğursuz yeşil rünler vardı. Devasa ve kalın bacakları üzerinde yavaşça doğruldu. Başının olması gereken yerde, sadece iki tane, erimiş lav gibi parlayan, nefret dolu göz vardı. Bir anda attan yere kayavari zırhlarla kaplı kafasında dumanlar çıkan elinde mızrak ve kalkan tutan bir taşlı süvari indi… boyun 2 metreyi aşıyordu. Etrafa yaydığı aura, soğuk ve ölümcüldü.
Hyogaki nefesini tutarak fısıldadı. "Bu... Bu olmalı... Zindan Gardiyanı!"
Gardiyan, Devasa mızrağını onlara doğru çevirdi ve kulakları sağır eden, mağara duvarlarını titreten bir kükreme kopardı. Kükremesiyle birlikte etrafa yoğun bir basınç yayıldı.
Berwick, kılıcını sıkıca kavradı. Yüzünde yorgunluk vardı ama gözlerinde meydan okuyan bir ateş yanıyordu. Alchio da hızla meçini kavradı; az önceki bitkinliğinden eser kalmamıştı, gözleri Berwickinkilerle aynı kararlılıkla parlıyordu. Akemi yayını germiş, Hyogaki ise hançerlerini sımsıkı tutmuş, olası bir açığı kolluyordu. Berwick yavaşça birkaç adım atarak grubun önüne geçti, kara-kırmızı trenç kotu canavarın çıkardığı rüzgârla dalgalanıyordu. Sonrasında takım arkadaşlarına dönüp baktı.
"Beni dinleyin millet! Karşımızdaki aşırı ölümcül bir rakip! Tek dezavantajı bizim gibi gençlerle karşılamış olması olucak! Bu işi burada halledelim. Ne olursa olsun asla pes etmeyin!"
Alciho, Hyogaki ve Akemi hep bir ağızdan haykırdı
"Evet!!!"
Berwick sırıttı ve ciddi bir şekilde süvariye doğru dönüp çelik kılıcını ona doğru doğrulttu, vücudundaki ether ince ve zayıf kızıl bir aura çıkarıyordu.
"O zaman biraz ciddileşelim…"
Dört genç aday, şimdi karşılarında duran kadim ve ölümcül güce karşı tek bir vücut gibiydi. Sınavın asıl mücadelesi şimdi başlıyordu. Mağaranın derinliklerinde, Zindan Gardiyanının öfkeli kükremesi yankılanırken, umut ve ölüm arasındaki ince çizgide yeni bir savaş alevlenmek üzereydi.